Ağustos 29, 2010

Blog Yaz Dedim Sana


Yazımın son cümlesi bana "blog yaz" diye haykırmış. Ben de yazmaya karar verdim, çok kesin ve ikna edici bir dille söylemiş, karar verirken düşünmedim bile :) Kalemim beni gaza getirmiş resmen. Yazı, ne inanılmaz bir sanat değil mi? İnsanın kendi sanatı, kendisini etkiliyor. Etkilemek ne hoş bir duygu değil mi? Öyleyse ben biraz daha etkilenmeyi seçtim :)

Ağustos 28, 2010

Eminem ve Bir Çelişki


Yazmamak ne kötü şeymiş... Uzun zamandan beri aklımda yazmak vardı ama üşeniyordum yazmaya. Üşengeçlik, nedense. Başka, yani insana ait olmayan başka şeylerle uğraşırken kazandığımız bir özellik sanırım. İnsan gezse, insanın içine girip evde oturup dinlenmekle uğraşmasa üşengeç olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Buraya birazdan değineceğim...

Her neyse, şu an biraz sıkıntılı bir haldeyim. İlk defa bir yazı yazarken bu kadar garip bir haldeyim. Normalde kendimle ilgili yazdıklarımı sadece kendime yazarım fakat sanki bunu başkaları okuyacakmış gibi yazmalısın diyor kalem bana. Neyse ya. Uzun zamandır yazmıyorum ya, o yüzden atlayıp duruyorum bahsedeceğim şeyleri. Yazma alışkanlığını kaybedince insan hep bir önsöz yazmak zorunda kalıyor.

Evet, sıkıntılı bir haldeyim. Kendisine yazmayı çok sevdiğim sevgilimle aram bozuk sanki biraz. Nedenini hiç sormayın, nedensiz. Nedeni olmayan bir sonuç olamaz tamam. Ama somut bir neden yok işte, aslında var da, o somut neden başlıbaşına bir faktör değil. Sadece, birbirlerini çok seven insanların birbirlerine gösterdiği o sonsuz sabır ve anlayış, onun da üzerinde birbirlerine kibarlıkları zaman zaman yok olabiliyor ve birbirlerini kırabiliyorlar, diyelim. Olsun, geçici bir dargınlık bu biliyorum, geçecek. Ama ne yapacağımı da bilemiyorum. Bilmek istiyorum, çünkü onunla tek bir kalp olmaya devam etmek istiyorum bir an önce, bu yüzden doğru şeyleri yapmak istiyorum.

Her neyse (iki oldu bu), gene uzattık, duygusallığa girdik. Biraz da boştayım sanki. Kararsızım. Ne yapmalıyım, kararsızım. Ama ondan öte neyi istediğimden kararsızım. Vereceğim kararlardan sonra ne yapacağım üzerinde kararsızım. Şu anda sevgilimle aramı nasıl düzelteceğim hakkında kararsızım. Son günlerde ne yapacağım hakkında kararsızım.

Ve boğuldum gulp.

Kendimi yazmak zorunda hissettiğim sırada bilgisayarımda Eminem'den "Lose Yourself" çalıyordu. Bu da yazma isteğimi iyice perçinledi. "self" ve "self"in ne olup olmadığı konusunda bir sandık vardı zihnimde. Nasıl bir sandık bu, söyleyeyim mi? Bir hükümdarın kendini bildi bileli yanında duran bir sandık gibi. Hükümdar meşgul bir adamdır, en azından meşgul olduğu önemli veya önemsiz birçok şey vardır. Onlarla uğraşırken kenarda duran o sandığa uzaktan bakmakla yetinir, sandığın içindeki açıp bakılması gereken bir şeydir ve oradan çıkanların hepsi yeni olacaktır, içinden çıkan her yeni şeyin yeni bir sonuca, yeni bir hesaba, yeni bir veri toplama, değerlendirmede bulunmaya yol açacağı aşikardır. Hükümdar da hazır başka şeylerle ilgilenirken ona şöyle bir göz atabilmiştir sadece. İçinde neler olduğunu görmüştür. Fakat onları almamıştır. Elindekiler gittiğinde, ve önemli veya önemsiz o meşguliyeti bittiğinde veya uğraşında sıkıldığı vakit, o sandığı açacaktır. Daha erken açması için sandığın içinde bulacaklarını çok merak etmesi gerekir. Ben erken açtım.

Yourself. Daha doğrusu demeyelim de, asıl o sandığın içindeki "self". Kendi kişilik, nefs, benlik gibi anlamlara geliyor Türkçe'de, ve dolayısıyla sandıkta.

Şu an herkes, yourselfini biliyor diyebiliriz. Daha doğrusu kendi "self"ini. Herkes, kendisine "Ben neyim, kimim?" sorusunu sorduğunda rahatlıkla soruya cevap verebilir. En azından kişi, kendi hayatında nelere izin vereceğini, neye hayır diyeceğini, kimlerle arkadaşlık edemeyeceğini, kimleri kendine âşık edemeyeceğini, hangi ideallerini gerçekleştirebileceğini kendisini ne kadar sevdiğini, kimlerden ne uğruna vazgeçebileceğini, nasıl biri olduğunu... Bilir. Herkes bunların değerlendirmesini kendi içinde birçok kez yapmıştır ve dolayısıyla bu soruların cevapları hazırdır, bilinir. Herkes tarafından.

En basitinden hayatı bir gıdım bile sorgulamadığını düşündüğüm, hayatın her alanında "keyfen" hareket eden bir arkadaşımdan bir örnek verebilirim. Kendisi lisede sınıf arkadaşımdı. Geçtiğimiz Öğretmenler Günü'nde eskiden okulumuzda öğremenliğimizi yapmış, sınıfça çok sevdiğimiz öğretmenlerimizin evlerini sınıfça ziyarete gitmiştik. Her bir öğretmenimizle konuşuldu, eğlenildi, muhabbet edildi, dedikodu-medikodu her şey yapıldı. Matematik öğretmenimizin evinde, o ana dek pek düşünceli ve sessiz görünen, normalde makaradan şamatadan geri kalmayan ve hayat ibresi sırf eğlenceden yana olan o arkadaşımla bir an yalnız kalmıştık. Herkes evi gezmeye gittiği için salondaki uğultu garip bir sessizliğe dönüşüvermişti. Arkadaşım, bana yavaşça yaklaştı, ve yine yavaşça, "Ayberk ya, şimdi biz hocaları ziyaret ettik gördük falan da bende hiç diğer kimse gibi öyle bi duygulanma falan olmadı, duygusuz muyum ben acaba ya." dedi, yine pek düşünceli bir halde.

O arkadaşım, o gün bu olayın kendisinde bıraktığı bu etkiyle bir iç münakaşaya itilmişti, yine kendisi tarafından.
Yani demek istediğim şudur ki, herkesin zihni kendisine bir kez olsun "Ben kimim?"in değerlendirmesini yapmıştır. Cevaplar verilmiştir.

AMA zihnimi yoran ve "Ben kimim?" sorusunun içinde cevabını bulamadığım, belki de şu sıralarda değerlendirmesini yapmakta olduğum bir soru var: Hayattan istediğim şey ne? Neyi, nasıl bir hayatı seviyorum?

Bizlere "tecrübe" derler büyüklerimiz. Yaşamak, görmek, farklı yerlerde bulunmak, farklı durumlarla karşılaşmak, ve bunların öneminden bahsederler. Yaşamın bizi değiştirebileceğinden, değişebileceğimizden dem vururlar.

Bize, "insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur" derler. "Huylu huyundan vazgeçmez" derler. Karakterimizin daha küçükken oturmasından, oturtulması gerektiğinden bahsederler, çünkü sonradan bunu değiştiremeyiz, derler.

şimdi, size bir süreliğine düşünme imkanı veriyorum...




Taşlar yerine oturması değil mi? Anlatamadım değil mi? Tabi ki evet. Çünkü buraya kadar ne dediğimi bir ben biliyorum. Anlatayım o zaman.

O yukarıdaki bize söylenen iki farklı düşünceyi temsil eden sözler ne kadar da çelişkili değil mi? Tabi ki hayır.

E ben anlatayım artık o zaman!

ŞİMDİ, bu yazıyı buraya kadar okuduysanız "Ben kimim?", yani "self"in çeşit çeşit soru içerdiğini anlamışsınızdır. Hepimizin cevabını bildiğimiz sorular vardı. İşte o sorular, senin yedinde ne cevap veriyorsan yetmişinde de vereceğin ecvaptır! Öyle değil mi gerçekten? Bize yapılmasına tahammül edemediğimiz şeyler, insanların nefret ettiğimiz kişisel özellikleri, hangi insanlara saygı duyduğumuz ve duyacağımız, hangi karakterdeki insanların hayatımızda yer almasını istediğimiz, ne kadar kibar olduğumuz, ne karşısında ne kadar duygulandığımız, neyin bizi etkilediği neyin etkilemediği, neden korktuğumuz korktuğumuzda neye ihtiyacımız olduğu... Saçlarımız okşandığında daha iyi uyuduğumuz, veya saçımız okşanırsa uyuyamadığımız... Vazgeçemediğimiz huyumuzun ta kendisi değil midir?

Peki hangi hayatı sevdiğimiz? İleride nasıl bir hayat yaşamak istediğimiz? Tam olarak ne yaparken kendimizi huzurlu ve mutlu hissettiğimiz, bize en uygun hobinin ne olduğu ve neyi denemek istediğimiz? İşte bu soruların cevapları bir kerede verilmez değil mi? İnsan gördükçe, yaşadıkça, neyi beğendiğini, ne yapmaktan hoşlandığını bulur. Bilinçaltındaki su yüzüne çıkar, veya bilinçaltında başka bir şey meydana gelir. En büyük arzusu belki bir gün onu aniden buluverir, hayatta gerçekleştirmek istediğimiz hayalimiz belki hiç hayal etmediğimizdir, onu bir gün sokakta yürürken buluruz. Bundan 10 sene sonra gittiğimiz yer bize "Oh, hayat buymuş, burada yaşamalıyım hayatım boyunca" dedirtebilir, oraya yerleşme kararı aldıktan sonra evi taşırken bir gece yattığımızda "deli miyim ben ne yapıyorum burası çok güzel işte arkadaşlar burada gece hayatı burda eğlenme burda ortam burda ne macerası arıyorum" diyebiliriz. Belki bir gün arkadaşlarımızla yaptığımız bir plan iptal olur da akşam kahvemizi yapıp televizyonun karşısına geçince, o gün bundan önce hiçbir zaman mutlu olmadığımız kadar mutlu olup artık bir ev kuşu olabiliriz. Yine bir gün, hemen bilgisayar oyunları manyağı olup, bundan mutlu da olabiliriz, günümüzün çoğunu buna da ayırabiliriz. Veya sürdürdüğü hayatta yeni başka şeyler keşfetmeye çıkabiliriz, denemediğimiz şeyleri yapıp değişik dünyalara açılıp insanın ve eğlencenin bize sunmuş olduğu denizlerde biz de bir yelken açabiliriz.

Bu da yaşamın bizi değiştirmesidir işte, bizim değişkenliğimizdir. "Biz" derken, bir önceki konuya açıklık getirdiğimiz gibi "Ben kimim?"in bazı sorularının cevaplarının değişkenliğidir. Tecrübedir. Yaşayıp görmektir, görüp geçirmektir.

Yani;

Değişmeyen biz, aslında değişiriz.
Değişen biz, aynı kalmaya devam da ederiz.

İki zıtlığı da bir arada yaşarız, insanın olduğu yerde olması gerektiği gibi! Görünüşte çelişkiler, insan dünyasında çelişmezler, az önce açıkladığım gibi.

Hayat için, yazmak, görmek, yaşamak gerek.
Üşenmemek gerek, yaşamak için, yapmak için, yazı yazmak için