Mart 11, 2013

aşık insanın yanılgıları*

1- aşık kişinin, hayatta her hayalini gerçekleştirebileceği ve gelecek zamanı istediği gibi kurgulayabileceği, yaşayabileceği hissi.

2- aynı kişinin; hayatta hiçbir şeyi beceremeyeceğini hissetmesi ve herkesin mutluluğu için en hayırlısının kendisinin ölümü olduğunu düşünmesi.

nelere sebep olur, birbirinden yaz ile kış kadar ayrı olan bu yanılgılar? tabii ki aşık insanın yaşadığı ve hepimizin kendimizde farkettiği ruhsal dengesizliklere, sapıklıklara. birinci yanılgıda aşık insan; dünyanın kendisinden ibaret olduğunu, başta aşık olduğu insan olmak üzere bütün insanların kendisinin duyguları için yaşadığını zannediyor. hislerin ve güzelliklerin en büyüğü olan aşkın gücü, neleri yapamaz ki dünyada, değil mi? dış dünya ve gelecek ile ilgili bütün tasavvurlarımız, potansiyel diyaloglarımızdan tut açılma, aşkını ifade etme cümlelerine dek bu "aşk" üzerinden yürür, koskoca dünyayı kendi hükümdarlığımızdan ibaret görür ve o iç dünyamızda tanrısal gücün keyfini çıkarırız. aşık ya, mal işte. oysaki çalışma masana elin çenende dayanır, düşündüğün şeylerin etkisiyle miden karıncalanırken, o hatunu/adamı şimdi kimler götür.. neyse la tamam.

ikinci yanılgıda ise mal, demin kendisini tanrısı ilan ettiği dünyada bir karınca kadar bile yeri olduğunu düşünmüyor artık. o hatunu/adamı şimdi kimler götürüyordur, değil mi? aşık insan kimdir o "kimler"in yanında, aşık insan kimdir o dünyanın gerçek tanrısının veya tanrılarının altında? bütün mantığı altüst eden, dış dünyamızla ve kendimizle olan ilişkimizi mahveden o aşk neye yarar ki, senin geçimini sürdürebilmen için çalışman, okuman gereken tonlarca yükün sana aslında ne yarar getireceğini bilmez ve bunların gerçekliğinden şüphe ederken; nereden geldiğini bilmediğin, nereye gideceğini kestiremediğin meçhul bir lanetin/aşkın sana yarar getireceğini nasıl düşüneceksin ki? aşık ya, mal işte. oysaki çalışma masana dirseğini dayar, karamsarlığın dibine vuracak olmanın etkisiyle kafanı da masaya vuracakken, o hatun/adam da aynı şekilde seni sayıklıy.. ahah tamam, heyecanlanma hemen.

bu iki yanılgı işte, baylar bayanlar. aşık olmanın iki biricik sonucu üzerine kurulu aslında. gece ile gündüz kadar ayrı, beyaz ile siyah kadar ayrı, yaşam ile ölüm kadar ayrı iki sonuç üzerine: kazanmak veya kaybetmek. bu siktiğimin aşk yoluna bir şekilde bir kez girdik mi, bu iki sonuç için bulunuyoruz orada. birinin etkisi keskin bir bıçak gibi; bırak bedenini yüreğini, bir zerreni ortada bırakmaz senin.

birinin etkisi ise...

bilmiyorum ben henüz o etkiyi. ama bir tür büyü sanırım. ne zaman düşünmeye kalksam o sonucu, zamandan ve mekandan kayboluyorum çünkü. kendimden de kayboluyorum. insandan, beş duyunun sınırlılığından dışarı çıkıp apayrı bir boyutta bulunuyorum sanki. düşünmenin etkisi buysa, o sonuca ulaşmanın etkisi ne olur ki acaba? inanın bilmiyorum. ama var ya... karşılık bulacağım o anı bekliyorum ben, o sonuca ulaşacağım anı. eğer o anı yaşarsam; yani o narin vücuda doğru itip kendi vücudumu, kollarından başlayarak sırtına doğru götürürsem kollarımı, arasında milyarlarca yıl geçirmek istediğim o ellerin de benim sırtımda olduğu o anı bir yaşarsam... işte beni o zaman görün siz, benim önümde kimse duramaz ve bu dünyayı cennete çeviririm, bir saniyede. hiçbir canlı hiçbir şey hiçbir büyüklük, hiçbir tanrı benim önüme geçemez, geçsinler dinlemem. geçsinler ezerim onları gerekirse, gerekirse tek başıma ben alırım ve kimseye bırakmam o güzel dünyayı, kimseye.

o anı bekliyorum ben. o an için yaşıyorum. bütün yanılgılardan, her şeyden kurtulup bir insana ulaşmak için.


(*içimdeki aşık yazdı. ben değil.)

Şubat 21, 2012

Güneş Aslında Geceyi Bekler

Bilir misin ki sen;
güneş senin evindeki bütün ışıkların sönmesini bekler.
Çünkü ne zaman ki yıldızlar kaybolur,
ay yitirir parlaklığını ve göçer uzaklara
O zamana kadar karanlığın içinde,
sana yıldızlar kadar uzak olan
   - bütün akşam geceyi beklemiş
         gecede gündüzü düşlemiş, güneş,
sen gözlerini açtığında,
artık yalnız seni bekler.

Şubat 02, 2012

ulaşılamayan mekanda, ulaşılamayan zamanda.

bir daha hiç göremeyeceğim seni.
zaten hiç yaşamadım da seninle.
lakin hiç unutamadığım bir filmin,
en vurucu, en güzel sahnesi gibi.
sürekli rahatsız edecek aklımı o hiç yaşamadığımız,
ince gövdeli ağaçlarla,
yerde dökülmüş sapsarı yapraklarla dolu o ormanda,
geçirdiğimiz sonbahar günleri.
boynunda her gün,
birbirinden farklı çeşit çeşit atkılar,
olurdu.
üşürdün, üşümezdin.
yanımızda ahşap bir masa.
otururduk, oturmazdık.
ah ama bilsen o kadar zor ki
ulaşamadığın mekanda, ulaşılmadığın insanla,
ulaşamadığın an'da
bir gerçek tahayyülü,
ulaşılamazlığın ışıksızlığında.

altı farklı kareden bir saniye,
o saniyeden saniyeler, dakikalar,
günler yaratmak.
o kadar gerçek dışı.
ve o günler,
          o kadar uzaktalar ki...

ve bunu, kabullenmek,
öldürücü.

Aralık 18, 2011

başka bir dünyadan;

Anlattı.
bana.
dünyayı.
Ben de dedim ki ona:
Umrumda değil, dünyalı.
Dünya senin olsun.
Benim tek istediğim,
İnsanlığın haritasında bir toprak parçası.
bulup yerleşmek,
hiç görülmemiş
hiç bilinmemiş topraklara.
ve kendi dünyamı kurmak orada.
kendi yasaları
kendi doğallıklarıyla bir dünya.
Sen;
evinin, bahçenin,
ülkenin topraklarını genişletedur.
Ben, insanlığın toprağını genişleteceğim.
Sermayeler, makamlar senin olsun,
İstediğin kişiyle tanış.
Ben, kendimle tanışacağım.

Kasım 19, 2011

Uyuşturucu

sana değil.
yüzüne,
ismine bağımlıyım.
gülüşüne değil,
bana gülüşüne bağımlıyım.
hiçbir söze,
hiç kimseye bağımlı değilim.
sana da.
senin sözüne de.
ama bana, senden gelecek bir söze.
feci şekilde
bağımlıyım.

Ekim 08, 2011

Acı.

Her duygulandığımda, her dolduğumda kaleme sarılıyorum, bir yavrunun annesinin memesine yumuluşu geliyor aklıma, ama herkesin bir ve aynı cümleyle açıklayabileceği 'zaruri bir ihtiyaç' yönüyle değil de, herkesin farklı cümlelerle açıklayabileceği duygusallık yüklü, daha 'insani' güdüler içeren yönleriyle geliyor ve sanırım kalem ile böyle bir ilişkim var; sığınıyorum, sarılıyorum ona, ve onunla kurtuluyorum.

Kurtuluşum.

Yine, zaruri bir ihtiyacın giderilmesiyle ulaşılacak bir kurtuluş değil, bahsettiğim. Birazdan yatağıma yattığımda iki saat huzursuzca iki yana dönüp durmaktan, yatakta geçen her dakikanın ölümünden kurtuluşum, gözümü kapadığımda önüme siyah bir perdenin gelmesini engelleyecek olandan kurtuluşum. Ama şimdi... Bu sefer nasıl kurtulacağım, bilmiyorum. Hah şimdi de asa oldu kalemim, büyülü bir söz bekliyor sanırım benden, evet öyle sanki. Ne yapmam lâzım, anlamlı anlamsız düşüncelerin arasında dolaştığı o büyük huzursuzluk dumanını dağıtmam için? Belki de sözler vermeliyim kendime, geçmişte açılan yaralar var evet, gelecekte başka bir yara açılmasın da.

Evet bu yardımcı olabilir; bir dahakine dikkat edeceğim, izin vermeyeceğim olanların bir daha olmasına. Ama tamir eder mi ki? Üç, dört fincan sıcak kahve getirir bana, yanında üç, dört güler yüz, fincanların üzerinde ojeli iki el daha... Ama o gece, fincanda yarım kalmış, soğuk ve koyu kahve, hiç var olmamış olamaz... Gitmiştir artık.

Başkası, başkaları gelir, ama sen hala o gideni gözlersin, o başkaları kalır, sonra belki kendiliğinden gider onlar; onları uğurlarsın, güler yüzle ve güzel hatıralarla... Harika, sözünü tuttun! Ama sen hala birisi için "belki gelir..." derken buldun kendini? Gözlerin pencereden dışarı bakıyor olacak halâ, düşüneceksin onu, onu son hatırladığın haliyle yolda yürürken , göreceksin... düşüneceksin, kafanda, ama gerçekte, gözünün önündeymiş gibi.. Bir başkası gelecek sonra kapıdan, sana gülümseyerek, girecek içeri.. sen de güleceksin, içtenlikle tabii. "Hoşgeldi! Tuttum sözümü. Artık kırılan kalp yok." Ama o sırada "keşke o... gitmeseydi..."

Büyülü bir dünya değil bizimkisi. O gelmeden, kurtulamayacağım...

Ağustos 27, 2011

Neden?



Bilemiyorsun, bazen...

Yaptığımız, hatta yapmadığımız her eylemin, her davranışın nedeni olması gerektiği öğretilmiş bize, en azından başkalarının anlayabileceği türden nedenler. Çünkü "Neden istemiyorsun?" diye soracaklar sana, "Neden isteyeyim?" demen ukalâ ve terbiyesiz kaçacak, ayıplanacaksın, "Bugün neden böylesin?" dedikleri zaman "Neden olmayayım ki?" dediğinde hor görüleceksin, "dengesiz, güvenilmez, nevrotik" gibi sıfatlarla anılacak, 'kendini ne zannettiğin', 'hergün hergün saçmasapan triplerde olduğun', 'biraz toplum hayatına alışman gerektiğin' konuşulacak. Yaşamın zorlaşacak, insan dünyası gitgide dar gelecek.

Oysa, sadece yaşamak, benim nedenim..

Beynimizin her şeyi anlayacak, anlasa bile anlamdıracak donanımı yok iken, insanın kendisinden bunları adlandırması mı bekleniyor yani? Kimse bilmek zorunda değil, ben de değilim. Nedenleri sonuçtan yaratan tipler, karışmayın bana... Belki özelimdir, başkayımdır, belki değilimdir de ileride anlayacağım başka şeyler vardır... Şu bir gerçek ki benim (senin) algılarım (algıların), gördüğümü-duyduğumu yorumlayışım ve sessizliğimin dünyası, seninkinden, onunkinden, dünyadaki 7 milyar insandan kesin olarak farklı.

Çok fazla ödev, çok ağır yük altında bırakılmıyor muyuz sizce de? (Öyle ki başkalarının, yani ruşen amcanın oğlu sedatın yükleri hatırlatılarak onların bile bize yüklendiği oluyor bazen!) İnsanlarla, yakınlarınla, tanıdıklarınla, akrabalarınla hep konuş, muhabbette ol, her daim güler yüzlü ol, insanlarla iyi ilişkiler içinde olmaya, herkesin kurduğu şekilde bir bağ, bir ilişki kurmaya programlan... Lüzumsuz. "-E ama sever seni insanlar, hep konuşurlar, başkalarına tanıtırlar, senden söz ederler seni iyi anarlar, ararlar çağırırlar..." Yok kalsın. Tabii insanı mutlaka mutlu kılar her gün yüzler görmek, sohbet etmek, toplumun geneliyle aynı dili konuşmak, ortak bir mizah yaratmak, maddi-manevi çıkar söz konusuysa ismini bildiğin herkes tarafından iyi anılmak, bir akşam tanımadığın bir kadınla öpüşmek, herkesin gittiği konserlere gitmek... Sıkılsan da, yaşatır seni, fark etmez. İşe karışmadan önce içinden gelip gelmediği çok önemli değil, iş sırasında ve neticesinde gördüğün muamele hoştur zira... Hem ilgini çeken bir unsur mutlaka bulur insan, sonuçta insan yaşamının önemli bir kesitini barındırır bunlar, şahit de oldum çokça: Tarzıma zıt insanlarla, zıt mekânlarda çok birlikte oldum, alışık olduğuma zıt konularda çok konuştum, eve çok kez mutlu dönerek... Ve yastığa kafamı koyduğumda mutlu uyuyarak...

Ama ya, öyle ya da böyle mutluluğu seçmek istemiyorsam... İntihar etmeyi düşünmeyi, mutluluğa tercih ediyorsam... "Salak mısın?" Hayır, salak sensin! Onun da bir çeşit mutluluk olmadığını kim söyledi, mutluluk olmasa bile yaşanması tercih edilecek bir deneyim olduğunu... Nereden biliyorsun, "MUTLU OLMA ŞANSININ OLMAMASININ", milyarlarca mutluluk hormonu verilse, değişilmez olduğunu...

Ya da salak benim, yoldan geçen bir adamın yüz ifadesi beni hüzünlendirdiği için, o adamın beni öldürmek isteyip istemediği, insanlara eziyet edip etmediği, içi kötülük dolu bir adam olup olmadığı umrumda olmadan...

Salaklık güzel şey.
(bence.)

Ağustos 03, 2011

Tema:


Havada, boşlukta duruyorum. Bedenim yüzlerce ipe bağlanmış durumda, fakat hiçbir ip beni başladığı noktaya çekemiyor, yüzlerce ipin bileşke kuvveti sıfır, biraz sarsmaktan başka bana hiçbir hareket kazandırmıyorlar. Ve bu durumu daha da kötü kılan bir şey var, bu durumun özünde, bu durumun nedeni belki de: İplerin beni kendiliğinden mi çekip götürecek bir yere, yoksa ben mi gitmek için bir nokta, çekmesi için bir ip seçmeliyim, bunu kestiremiyorum, bilmiyorum. Bundan daha kötüsü, bunların metodu, yolu yordamı nedir, nasıl olacak, nasıl gerçekleştireceğim, bilmiyorum… Havada boğuluyorum...

Zamana bırakmak mı? Zamana nasıl bırakılır, bilmiyorum ki. Ben suda bekletilecek bir sebze değilim, birkaç gün sonra meyvesini vereceği bilinen bir ağaç da değilim, İNSANIM, ben. Benim formülüm bulunmamış, matematiğim yok, iki kapılı bir sonsuzlukta yaşıyorum, bilinmezliklerle doluyum, bilinenlerim bile bilinmezliklerle dolu, iki çarpı ikinin dört edip etmediğini hâlâ bilmiyor ki insanlık… Belki de beni rahatlatacak şey budur evet, insan mühendisliğinin var olmaması… Her şeyi bilecek varlığın bir ilahi varlık, bir tanrı oluşu, belki de bir insanın (*En azından ben değilim o) olacağı, kim bilir.

Tek bildiğim, değil de; tek gerçek, sonsuzluğun sonunda açılacak o ikinci kapı… Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonnası’nda, bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım, demiş. Ben ise şu anda bu yazıyı yazar iken ve yazmama sebep olan ruh halimi ve durumumu düşünürken korkunç bir haz duyuyorum. Çünkü dünyanın ve insan hayatının sonsuz boyutu olduğunu biliyorum, dünya üzerindeki on farklı yerin fotoğraflarına ve bir yerin değişik açılardan çekilmiş fotoğraflarına bakıp, kapılmadığım fakat varlığının farkında olduğum o sonsuz duyguya ve insana dair onlarca ve keşfedilmemiş binlerce ayrıntıyı düşünüyorum, anlatılmamış hikâyeler duyuyorum, ateş yakan Amazon yerlisini görüyorum,  insan hayatının ürkütücü büyüklüğünü hissediyorum… Tanrısı olduğumuz ve bırakın havaya kaldırmayı, yerinden zor oynattığımız kendi dünyamızın içinde ve dışında olan milyonlarca, milyarlarca dünyayı, onlarla iç içe geçmiş evrenleri hissediyorum… Sonsuzluk bitecek elbet, açılacak o ikinci kapı. Ve ben o ikinci kapıyı açmadan önce, sonsuzlukta daha hızlı ve daha çok dolaşmak istiyorum, “Varım öyleyse Yaşıyorum” diyen biri olarak “var”ın içini daha çok doldurup, daha çok yaşayarak…