Ocak 28, 2011

Sev Kendini...


Hayır, bloga reklam almadım (sanki kitleler peşimden koşuyor, cool bi giriş yapacaz diye ne artistlikler peşindeyiz). “Aman kendine dikkat et, kolestrolünü, kan şekerini senede iki kez ölçtür, kalbini sev damarlarını tıkama” falan da demeyeceğim. Elbette bunları da diyorum aslında ama bu yazıyı bunun için yazmıyorum. Daha da önemli olanlardan bahsedeceğim. Hani hayatımızdaki her şey sağlığın, yani (1)’in yanındaki sıfırlar ya, bana göre sağlığın öncesinde gelen  (1)’den: İnsanın kendisini, kendi benliğini sevip onu korumasından. Büyük bir deliğin içinden bir ateşin yükselip seni sarmalamasından nasıl korunacağından bahsedeceğim.

Yaşamak zor, hayat zor. Türlü zorlukları var hayatın; kısıtlı maddi imkânlarla hayat sürmek zorunda kalmak, sefalet içinde ve eşitsizliklerin olduğu bir toplumda yaşamak , ailesel problemler, hoşlanılan kişinin pas vermemesi, ve bu tarz başlıklarda toparlayabileceğimiz fakat binlerce yönü olan değişik zorluklar. Ama senin de tahmin edeceğin gibi okuyan insan, ben “başka” zorluklardan bahsedeceğim.  Yukarıda sıraladığım zorlukları çek veya çekme, senin her zaman yaşayacağın zorluklar bu başka zorluklar. Bunları sen gayet iyi anladın, hepimizin yaşadığı zorluklar…  Hayatı anlamlandırmaya çalışmak, bu yolda giderken yolun sonsuz olduğunu fark etmek fakat buna rağmen yolda yürümeye devam etmek (ki biliyorsun ki o yola adım attın mı bir daha geri adım atamıyor veya duramıyorsun). Sorgulamak, hayatı sorgulamak, belki de hiçbir zaman hiçbir cevabın bizi tatmin etmeyeceği kadar “aşırı” sorgulamak. Etraftaki insanların bir saniye bile dikkat etmediği, gördüklerinde arkalarını dönüp gittikleri sıradan bir durum veya olaya, saatlerce kafa yormak…

Zor… Zor da olacak her zaman lakin çoğumuz memnunuz bu zorlukları yaşamaktan. Fakat bir zorluk var ki, bana göre insanı yaşarken öldürüyor ve hayatta hiçbir şeyden keyif alınmamasına neden oluyor. Diğer “başka” zorluklardaki gibi yapıcı değil, yıkıcı bir savaş yaşatıyor bünyemizde.

Her şeyin güzel ve hayal ettiğimiz gibi gittiği o en mutlu olacağımız anlarda bile bir şekilde önde bulunup o “en”i kısıtlıyor ve o an bittikten sonra o “an”ı düşünmek yerine orada önde bulunanı düşünüyoruz, carpe diem sadece entelektüel sohbetlerin içinde kalıyor.  Bazen de o “an”ları başlamadan bitiriyor, içimizdeki ahlâk, kültür, adına ne derseniz deyin bize mani oluyor ve kendimizi düşünce suçundan dolayı cezalandırıyoruz resmen. Sorguladığımız hayat olsa ne güzel, biz kendi aklımıza gelen şeyi sorguluyoruz, “Bu benim aklıma nasıl gelir, ben bunu nasıl düşünürüm, ben böyle biri değilim!” diyoruz, biliyoruz öyle olmadığını! Yaşanan depremlerden, sel felaketlerinden ve insana ve doğal çevreye zarar veren daha birçok doğa olayından sonra dünya sizce “Ben nasıl izin veririm bu kadar yıkıma, nasıl bir dünyayım ben!” diyor mu? Demiyor, çünkü içinde yaşadığı ne varsa doğal sonuçların, determinist yaklaşımla “olması gerekenin” ve çevrenin(insanın), kendisinde oluşturduğu doğal değişimlerin yansıması. Eğer dünya, yapısında olanları ve yaşattıklarını engellemeye çalışsaydı zaten dünya olmazdı, doğa diye bir olgu bulunmazdı.

Demeyelim biz de öyle, boşverin. Zaten devlet, aile, toplum tarafından sürekli kısıtlanıyoruz, “şöyle biri oldurulmamaya” çalışılıyoruz. Ahlâk adı altında, kimi zaman “günahtır deme öyle” diye ağzımızı açmaktan bile mahrum bırakılıyoruz. İzin verelim; içimizden ne geçiyorsa, geçsinler… Kendi benliğimizin içinde ve hayallerimizde neden önemli olsun ki kim olduğumuz, dış dünyadaki değerlerimizi ne kadar koruduğumuz ve o dünyaya ayak uydurup uydurmadığımız? İçimizden geçenden, aklımıza gelenden korkmayalım, rahatsız etmesin bizi hiçbir düşünce, hiçbir düşünsel ve hayali güdü. Onlardan bir zarar gelmez, olsa olsa somut dünyada hiçbir zaman olamayacağımız kadar ÖZGÜR oluruz, kötü mü! Başkalarını rahatsız etmeden, onların özgürlüğünü kısıtlama gereği duymadan kazanacağımız gerçek bir özgürlük…

Bir kereliğine; inancınıza göre günah, ahlaksızlık, ayıp, gerçek hayatınızda yapmak istemeyeceğiniz ve günlük hayattaki değerlerinize-inançlarınıza ters düşen şeyler olduğunu umursamayın aklınıza gelenlerin. Bir kereliğine kabul edin onları, ateş olmayan yerden duman çıkmayacağı gibi; benliğinizin, beyninizin önüne koyduğu görüntü de yok yere gelmemiştir ve içinde mutlaka size ait bir anının, bir duygunun veya bir isteğin izi vardır. Dünyaya bir kez gelen insan, kısıtlamaların ve duygu-düşünce-aykırılık engelleyici mekanizmaların altında zaten yaşıyor, bırakın içinde sadece sizin dünyanızın olduğu dünyanızda biraz dolaşın, size karışan ve sizin karıştığınız kimsenin olmadığı Ben Dünyası’nda istediğinizi yaşayın. Bir kereliğine bunu yapın, sonrasında insanlığa bugüne kadar dayatılmış olan tüm insan portrelerinden, sevaplardan, günahlardan, sizi anlayamayanların yarattığı ahlaktan, kısacası bütün sorumluluklardan sıyrılıp; insan olmanın yegâne sorumluluğunun “hatalarla, arayışlarla, bazen kimse gibi olmayıp herkesin kabul ettiğinin tersi gibi düşünmekle geçen,  özgürlüğün her zerresini benliğinizde yaşama hakkına sahip olduğunuz bir hayat yaşamak” olduğunu anlayacak , ve “iç güzelliğiniz” dışınıza, yani; dış dünyadaki size yansıyacaktır. Hayat, aynaya ve günlüğünüze baktığınızda kendinizi mükemmel hissettiğiniz ve artık mutluluğu çokça ve “en”ce yaşayabildiğiniz bir yer olacaktır.

Sevin kendinizi, hem insanları sevmenin yolu da insanın önce kendisini sevmesinden geçer. Empatinin temelinde diğer insanların da “ben gibi” olduğunu kavramak yatmıyor muydu? İnsanların kusurlarını önemsememek, hatalarını affetmek – hatta affetmek diyemeyeceğimiz kadar, hata denilen şeyin olağan olduğunu kabul etmek -, farklılık ve aykırılıklarına saygı gösterip onların düşüncelerine önem vererek kırıcı olmayıp onlarla düzgün bir iletişim kurmak için öncelikle saygı göstereceğimizin ve etkileşime gireceğimizin “ne” olduğunu bilmek ve onu sevmemiz gerekmez mi?

Sevin benliğinizi, sevin içinizi. İçinizde sürekli bir şeyler kurcalayan, sizi düşünce deryalarında gezdiren ve o deryaya istenciniz dışında sürekli bir şeyler sokan o yaratık, iki-üç yaşlarında tatlı bir çocuk aslında. Mutlu edin onu, bırakın büyük bir hevesle, kocaman bir iştahla kurcalasın kabloları; yaratsın, şekillendirsin, değiştirip değişik gözlerle baksın, öğrensin. Gülsün…