Aralık 02, 2010

Kimsin Sen?


Kimsin sen?

Kim olduğun aynaya baktığında gördüğün değildir hiçbir zaman. Onlarca felsefe kitabı okuyarak, kendi içinde yüzlerce kez muhakeme yaparak varacağın nokta da değilsindir sen.

Olmak istediğin gibi biri olsan, o da değilsin. O zaman bu soruya vermiş olacağın yanıt, filmlerde izlediğin karizmatik aktörlerin ağzından olur. Yani, sana sorduklarında. Sen kendine sorduğunda ise o cevap yanlıştır ve sen o cevabın bulunduğu şıkkın üzerini çizersin. Sınavı verdiğinde işaretlediğin şıkkın o olmasına rağmen.

Sen, kimsede gizli değilsin de. Hiçkimsenin varlığı seni açıklayamaz.
Sorunun cevabını bilecek tek kişi sensin. Ama bulamayacaksın asla onu. Doğal değilsin çünkü, yaradılışında var. Yaradılışında olmasa bile insanlığın yarattığı kültürün bir sonucu olarak var. Bugün olduğunla yarın olmayacaksın, istediğin kadar bırak kendini, hayatında her şey güzel gidiyorken kalbin sana itiraf ediyor olacak esasında "her şeyin" güzel olmadığını, çatlak bir ses gibi. Beynin sorunun doğru cevabını bulduğunda aynı anda yanlışa dönecek doğru. Sinirlenme, asla doğru cevabı bulamayacaksın, kendin bile aynada gözlerinin içine baktığında anlayamazsın nasıl biri olduğunu, rahatla.

Kendin söyle: Sen sığabilir misin sen'e?
Bak bir hayata. Sevdiğin insanlara bak bir tarafta, farklı farklı. Diğer tarafta korktuğun, çekindiğin insanlara bak. Hepsinden de var değil mi; okulda, sokakta, ailende. Çıkar cebinden cep telefonunu, sırasıyla ara rehberindeki herkersi. Farklı insanlarla konuşurken, sesin hiç öncekinin aynısı çıkmadı değil mi?

Havaya bak bir. Puslu bir hava, kara bulutlar. Hemen altında aynı renkte kapalılığı simgeleyen birbiri ardına gelen çatılar, apartmanların çatıları. Nasıl hissediyorsun, aklında ne var, ne yapmak istiyorsun? Hemen güneşli ve cıvıl cıvıl bir havada masmavi denizi seyrettiğin günü hatırla. Nasıldı, nasıldın? Peki ya o gün ormanda ağaçların arasında yavaş yavaş tek başına yürürkenki ruh halin? İnandığın şeyler, başarabileceğini sandıkların, hayata bakış açın? O gün de bugün gibi miydi?

Şimdi bir daha söyle: Mümkün müdür bu dünyada, seni bir çerçeveye koyup duvara asmak?

Sen, kötüsün. Sen, iyisin, bugün bilgeysen yarın hiçbir şeysin. Bugün adaletliyken, yarın acımasızsın. İnsanları yok yere öldürmüş olsan da sen, sen içinde kötülüklerin en büyüğünü barındıran olsan da, annen yine gelip bağrına basar seni, herkes ilk gördüğü yerde öldürürken. Sen bir melek olsan, en büyük saflığınla gülümsesen, kollarını herkesi her şeyi arasına sığdırabilecek kadar açsan, arasındakileri ısıtacak kadar sıcak olsan bile biri gelir seni arkandan iter, sana ve senin iyiliğine, saflığına sığınmış insanların üzerine düşersin, olan onlara olur.

Çünkü sen; dünyasın.

Ekim 29, 2010

Siyah Gri Beyaz


"Dans neden güzeldi?

Çünkü dans, özgürlüksüz bir harekettir. Çünkü dansın temel anlamı tümüyle estetik bağımlılığında, ideal özgürlüksüzlüğünde yatar."

Yukarıdaki bu cümle Zamyatin'in "Biz" isimli kitabında geçiyor, cümleyi kuran D-503.

Acaba haklı mı?

D-503'ten bahsedeyim size biraz. D-503, 26.yüzyılda uzun ve sancılı bir süreç sonucu kurulan tek devletli "modern" dünyanın bir "sayı"sı. D-503, aynı saatlerde uyumak, aynı saatlerde uyumak, aynı saatlerde yürümek(yürümek onun tek zorunlu ihtiyaç dışı aktivitesi), belirli saatlerde belirlenmiş kişilerle belli bir süre içinde sevişmek zorunda kalan biri. Devletinin ona dayattığı ideolojinin çerçevesinden dışarı çıkamıyor, aykırı bir şey düşünemiyor. Tıpkı yaşadığı dünyadaki diğer tüm "sayı" yurttaşlar gibi, bir makinenin çarklarından biri. Robot. Mekanik. Aynı.

D-503, çok mutluydu.
Acaba haklı mıydı?

Öyle iki soru ki, ikisini de aynı mantığa dayandırarak cevap verebilirsiniz. Öyle iki soru ki, verdiğiniz iki cevap çelişebilir ve her ikisinde de yanlış cevap vermiş sayılmazsınız.

Kesin çizgiler... Ah o kesin çizgiler... (değineceğim)

Yazının başında sorduğum sorulara gelirsek, hayır şimdi onları ben cevaplamayacağım. "Adam haklı beyler" demek dışında, insan hakkında yapılan her haklılık değerlendirmesi absürd bir şey bence. Sana göre odur, bana göre odurdan öte çok daha kapsamlı bu. Mutluluğu tartışıyoruz değil mi? Mutluluğu ben nasıl anlıyorum mesela, orda yaşayan o gözle bakan sen neyle mutlu oluyorsun? Ordaki insan mutlu olduğunda ne hissediyor, sen ne hissediyorsun? Mutluluğun kaç değişik tanımı var, hadi biz tartışıp genel bir tanımda anlaştık diyelim, peki yapılmayan ve yapılmayacak olan tanımlar hakkında ne demeli? Mutsuzluktan mutluluk çıkaran, kendilerini mutlu edecek şeyin aslında mutsuz ettiği insanlar peki, onları işin içine katmayacak mıyız, düşünce deryasına kendi iç gözümüzün teleskobuyla mı bakacağız? Hayır, ben gözümü teleskoptan çekerek bakacağım bu yazıda. Herkesin bakınca aynı göreceği şekilde.

Ah o kesin çizgiler... (değiniyorum) Bu böyledir, şu şöyledirler, doğrusu budurlar... Bu budurlar... Siyah, gri ve beyaz renklerinden sadece ikisini tanıyor olmak... Tüm bunların toplumsal ilişkileri bozup fanatizmi körüklemelerini geçtim, insanın ufkunu köreltiyor bunlar, bunlar; insanın sonsuzluğa giden düşünce kıvrımlarını ortadan kesip, insanın doğasında irrasyonellik yaratıyor adeta...

Hadi bizim D-503ü konuşalım biraz. D-503 "Biz"'de, bulduğu her fırsatta kendisinin ve diğer tüm "sayı"ların mutluluğundan bahsediyordu. Mutlu ve yaşamından memnun olduğunu sürekli söyleme ihtiyacı hissedenler neden söylesinler ki, günlük yazan insan sayfalara yalan yazar mı? Basbaya mutluydu işte. Zorunlu kılınan, belli değerler kendisine kabul ettirilmiş ve bu "kabul ettirilmiş"leri kabul etmiş, ve o değerlere tüm varlığıyla sahip çıkmaktan zevk alan bir insan neden mutlu olmasın ki?

Mutlusun, yaşadığın her saniye her an. Kurallara sadık kalmaktan büyük bir zevk duyuyorsun. Kendi inanışların ve doğrularınla (her ne kadar bunlar empoze edilmiş olsalar da, onların senin için doğru olduğu bilgisiyle yaşamaktasın) hayatına devam ediyorsun, onları koruyarak, onları hayatında yaşayarak. Olan biteni sorgulamıyorsun çünkü sen zaten olandan memnunsun, neden sorgulayasın ki?
Bu mutluluğu düşün, yanında aşk yok, isyan yok, kavga yok, çelişki yok, serbestlik yok. Kuralsın, kalıpsın. "Ne denilirse o"sun. Ama "o" olmak ve herkesle aynı olmak kadar mutlu eden bir şey yok bu dünyada seni. Her sabah uykundan yüzün gülerek uyanıyorsun, şükrediyorsun.

Bu siyah.

Özgürlük, özgürlük diyoruz. Sonsuz özgürlük diyoruz, devletten nefret ediyoruz, çünkü devlet bir zor aracı ve bizi bir makinanın çarkları yapmak istiyor, özgürlüğümüzü kısıtlıyor. Kuralsız yaşamak istiyoruz. Anarşizm diyoruz. Ne gerek var ki kalıplara, sınırlamalara, herkes istediği gibi istediğiyle sevişebilsin diyoruz. Tüm hükümetlere ve "zor" devletlere lanet ediyoruz, hepsinin canı cehenneme, evet! Bizi köleleştirmeye çalışıyorlar, tek tip yapmak istiyorlar. Bir düşünsenize; bizi denetleyen, bizi yasaklayan, sonsuzluığumuzu basit bir alana indigeyen bir yapı, bir sebep yok. Özgürüz, her şeyde özgürüz.

Bu beyaz.


Beyaz kulağa güzel geliyor... Ama bir düşünün. Kuralın, devletin, biraz "zor"un olmadığı bir yerde beyazın yolu karanlığa çıkmaz mı? Yaşam "beyaz" olsa okul koridorlarında gizlice sigara içmenin tadına varamayacak mıydık, arkadaşımızla geceleyin bir "yasaklı bölge"ye girdikten sonra gardiyanlar tarafından farkedilip kahkaha ata ata can havliyle kaçamayacak mıydık dışarı, ertesi gün arkadaşlarımıza bunu ballandıra ballandıra anlatamayacak mıydık?  "Arındırılmış" insan değil mi bu, sonsuzluk yeter mi bu insana? Kendi sonsuzluğundan çıkıp, başka bir sonsuzu işgal etmez mi?
Bir düşünsenize, V for Vendetta'daki devrimden sonra, ne başladı? Ne oldu, ne olabilirdi?

Hooop siyaha boyadık. Mutlu, yaşamaktan mutlu ama sorgusuz. Ben siyahı anlatırken o tablodan iğrenen hepiniz siyahta çok mutlu olacaktınız, orayı çok sevecektiniz. Orada okusaydınız ne iğrenmesi bu, asıl sen kendinden iğren! diyecek kadar benimseyecektiniz siyahı. Ama siz bunları siyahtan okurken hepiniz aynı şeyi anlayacaktınız yazıdan, ben size "Mutluluğun resmini çizin!" dediğimde elime bir resmin yüzlerce binlerce kopyası gelecekti sadece. Güneşe baktığınızda, sadece güneşi görecektiniz. "Siz beni kovmuyorsunuz, ben istifa ediyorum" diyemeyecektiniz, çünkü siyahın sözlüğünde "ben" diye bir sözcük olmayacaktı.

Ne siyah, ne beyaz. İnsan gridir. Yaşam gridir. Gri bizim ruhumuzken, neden küstüğümüz insanı affetmemekte direniriz? Neden biz zenginleşirken, başkasının fakirleşmesini izleriz gözümüzle, neden? Sosyalistken neden kapitalist öğelerin her lafı geçtiğinde "kahrolsun"dan başka bir şey demeyiz, kapitalistken neden işçiler bizim için bir kum torbasından farksız olur? Galatasaraylıyken neden Fenerbahçelisine söveriz? Bugün birinin "başına bir şey gelirse ona sahip çıkacak dostu" iken, yarın neden ondan nefret ederiz? Nasıl olur da "aşk evliliği mi mantık evliliği mi?" diye sorar, cevabının ve sonucun iki seçenekten oluştuğunu düşünürüz, ne saçma!

Evet, dans özgürlüksüz olduğu için güzel. Özgürlüksüzlüğün içinde sonsuz özgürlük yaratabildiğimiz için güzel. Hayat, karanlık bir tünelde el feneriyle ışık tuttuğumuz, parlak aydınlıktaki güneşe bakarken gözümüz ağrıdığında gözümüzü elimizle örtebildiğimiz için güzel. Siyahla beyazın karışımından dans doğduğu için gri güzel.

Ekim 18, 2010

İki İstanbul


Ankara'da hava çok soğuk bu gece,
Dört duvarın ikisinden giriyor soğuklar boğazıma
Ve sen, güneşli bir yaz günü kadar uzaktasın şimdi bana
Belki bir bulutsun.
Uzaktasın, yaklaşabiliyorum, ama dokunamıyorum,
sanırım rüyadan uyandım..
Yeniden uyumak istiyorum.
Ya eğer sen İstanbul'san, bugün bana uzakta, yarın yakındaysan..
Hala olduğun yerdeysen, dünya sürdükçe sonsuza kadar olduğun yerde olacaksan
Eğer İstanbul'san, İstanbul tüm sıcaklığıyla içine çeksin beni
Işıklar şehirden eksik olmasın,
İstanbul'u yaşadığım yerlerden geçerken,
Anılar fısıldasın, gelecek sır versin
Sonra dört bir yanına yeniden surlar inşa edilsin istanbul'un
İstanbul olayım birden...
Dünya yok olana kadar, aynı yerde
İki istanbul arası vapurlar, dünya yok olana kadar sefer yapsınlar..
Dünya yok olana kadar her sabah atılan her ekmek parçasını havada kapsın martılar, iştahla.
Bir de surlar inşa etmiştik değil mi İstanbul'a?
İşte o surların içinde, İstanbul'un iki yanı da olsun..
Çünkü İstanbul'u İstanbul yapan, iki İstanbul'dur...

Ağustos 29, 2010

Blog Yaz Dedim Sana


Yazımın son cümlesi bana "blog yaz" diye haykırmış. Ben de yazmaya karar verdim, çok kesin ve ikna edici bir dille söylemiş, karar verirken düşünmedim bile :) Kalemim beni gaza getirmiş resmen. Yazı, ne inanılmaz bir sanat değil mi? İnsanın kendi sanatı, kendisini etkiliyor. Etkilemek ne hoş bir duygu değil mi? Öyleyse ben biraz daha etkilenmeyi seçtim :)

Ağustos 28, 2010

Eminem ve Bir Çelişki


Yazmamak ne kötü şeymiş... Uzun zamandan beri aklımda yazmak vardı ama üşeniyordum yazmaya. Üşengeçlik, nedense. Başka, yani insana ait olmayan başka şeylerle uğraşırken kazandığımız bir özellik sanırım. İnsan gezse, insanın içine girip evde oturup dinlenmekle uğraşmasa üşengeç olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Buraya birazdan değineceğim...

Her neyse, şu an biraz sıkıntılı bir haldeyim. İlk defa bir yazı yazarken bu kadar garip bir haldeyim. Normalde kendimle ilgili yazdıklarımı sadece kendime yazarım fakat sanki bunu başkaları okuyacakmış gibi yazmalısın diyor kalem bana. Neyse ya. Uzun zamandır yazmıyorum ya, o yüzden atlayıp duruyorum bahsedeceğim şeyleri. Yazma alışkanlığını kaybedince insan hep bir önsöz yazmak zorunda kalıyor.

Evet, sıkıntılı bir haldeyim. Kendisine yazmayı çok sevdiğim sevgilimle aram bozuk sanki biraz. Nedenini hiç sormayın, nedensiz. Nedeni olmayan bir sonuç olamaz tamam. Ama somut bir neden yok işte, aslında var da, o somut neden başlıbaşına bir faktör değil. Sadece, birbirlerini çok seven insanların birbirlerine gösterdiği o sonsuz sabır ve anlayış, onun da üzerinde birbirlerine kibarlıkları zaman zaman yok olabiliyor ve birbirlerini kırabiliyorlar, diyelim. Olsun, geçici bir dargınlık bu biliyorum, geçecek. Ama ne yapacağımı da bilemiyorum. Bilmek istiyorum, çünkü onunla tek bir kalp olmaya devam etmek istiyorum bir an önce, bu yüzden doğru şeyleri yapmak istiyorum.

Her neyse (iki oldu bu), gene uzattık, duygusallığa girdik. Biraz da boştayım sanki. Kararsızım. Ne yapmalıyım, kararsızım. Ama ondan öte neyi istediğimden kararsızım. Vereceğim kararlardan sonra ne yapacağım üzerinde kararsızım. Şu anda sevgilimle aramı nasıl düzelteceğim hakkında kararsızım. Son günlerde ne yapacağım hakkında kararsızım.

Ve boğuldum gulp.

Kendimi yazmak zorunda hissettiğim sırada bilgisayarımda Eminem'den "Lose Yourself" çalıyordu. Bu da yazma isteğimi iyice perçinledi. "self" ve "self"in ne olup olmadığı konusunda bir sandık vardı zihnimde. Nasıl bir sandık bu, söyleyeyim mi? Bir hükümdarın kendini bildi bileli yanında duran bir sandık gibi. Hükümdar meşgul bir adamdır, en azından meşgul olduğu önemli veya önemsiz birçok şey vardır. Onlarla uğraşırken kenarda duran o sandığa uzaktan bakmakla yetinir, sandığın içindeki açıp bakılması gereken bir şeydir ve oradan çıkanların hepsi yeni olacaktır, içinden çıkan her yeni şeyin yeni bir sonuca, yeni bir hesaba, yeni bir veri toplama, değerlendirmede bulunmaya yol açacağı aşikardır. Hükümdar da hazır başka şeylerle ilgilenirken ona şöyle bir göz atabilmiştir sadece. İçinde neler olduğunu görmüştür. Fakat onları almamıştır. Elindekiler gittiğinde, ve önemli veya önemsiz o meşguliyeti bittiğinde veya uğraşında sıkıldığı vakit, o sandığı açacaktır. Daha erken açması için sandığın içinde bulacaklarını çok merak etmesi gerekir. Ben erken açtım.

Yourself. Daha doğrusu demeyelim de, asıl o sandığın içindeki "self". Kendi kişilik, nefs, benlik gibi anlamlara geliyor Türkçe'de, ve dolayısıyla sandıkta.

Şu an herkes, yourselfini biliyor diyebiliriz. Daha doğrusu kendi "self"ini. Herkes, kendisine "Ben neyim, kimim?" sorusunu sorduğunda rahatlıkla soruya cevap verebilir. En azından kişi, kendi hayatında nelere izin vereceğini, neye hayır diyeceğini, kimlerle arkadaşlık edemeyeceğini, kimleri kendine âşık edemeyeceğini, hangi ideallerini gerçekleştirebileceğini kendisini ne kadar sevdiğini, kimlerden ne uğruna vazgeçebileceğini, nasıl biri olduğunu... Bilir. Herkes bunların değerlendirmesini kendi içinde birçok kez yapmıştır ve dolayısıyla bu soruların cevapları hazırdır, bilinir. Herkes tarafından.

En basitinden hayatı bir gıdım bile sorgulamadığını düşündüğüm, hayatın her alanında "keyfen" hareket eden bir arkadaşımdan bir örnek verebilirim. Kendisi lisede sınıf arkadaşımdı. Geçtiğimiz Öğretmenler Günü'nde eskiden okulumuzda öğremenliğimizi yapmış, sınıfça çok sevdiğimiz öğretmenlerimizin evlerini sınıfça ziyarete gitmiştik. Her bir öğretmenimizle konuşuldu, eğlenildi, muhabbet edildi, dedikodu-medikodu her şey yapıldı. Matematik öğretmenimizin evinde, o ana dek pek düşünceli ve sessiz görünen, normalde makaradan şamatadan geri kalmayan ve hayat ibresi sırf eğlenceden yana olan o arkadaşımla bir an yalnız kalmıştık. Herkes evi gezmeye gittiği için salondaki uğultu garip bir sessizliğe dönüşüvermişti. Arkadaşım, bana yavaşça yaklaştı, ve yine yavaşça, "Ayberk ya, şimdi biz hocaları ziyaret ettik gördük falan da bende hiç diğer kimse gibi öyle bi duygulanma falan olmadı, duygusuz muyum ben acaba ya." dedi, yine pek düşünceli bir halde.

O arkadaşım, o gün bu olayın kendisinde bıraktığı bu etkiyle bir iç münakaşaya itilmişti, yine kendisi tarafından.
Yani demek istediğim şudur ki, herkesin zihni kendisine bir kez olsun "Ben kimim?"in değerlendirmesini yapmıştır. Cevaplar verilmiştir.

AMA zihnimi yoran ve "Ben kimim?" sorusunun içinde cevabını bulamadığım, belki de şu sıralarda değerlendirmesini yapmakta olduğum bir soru var: Hayattan istediğim şey ne? Neyi, nasıl bir hayatı seviyorum?

Bizlere "tecrübe" derler büyüklerimiz. Yaşamak, görmek, farklı yerlerde bulunmak, farklı durumlarla karşılaşmak, ve bunların öneminden bahsederler. Yaşamın bizi değiştirebileceğinden, değişebileceğimizden dem vururlar.

Bize, "insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur" derler. "Huylu huyundan vazgeçmez" derler. Karakterimizin daha küçükken oturmasından, oturtulması gerektiğinden bahsederler, çünkü sonradan bunu değiştiremeyiz, derler.

şimdi, size bir süreliğine düşünme imkanı veriyorum...




Taşlar yerine oturması değil mi? Anlatamadım değil mi? Tabi ki evet. Çünkü buraya kadar ne dediğimi bir ben biliyorum. Anlatayım o zaman.

O yukarıdaki bize söylenen iki farklı düşünceyi temsil eden sözler ne kadar da çelişkili değil mi? Tabi ki hayır.

E ben anlatayım artık o zaman!

ŞİMDİ, bu yazıyı buraya kadar okuduysanız "Ben kimim?", yani "self"in çeşit çeşit soru içerdiğini anlamışsınızdır. Hepimizin cevabını bildiğimiz sorular vardı. İşte o sorular, senin yedinde ne cevap veriyorsan yetmişinde de vereceğin ecvaptır! Öyle değil mi gerçekten? Bize yapılmasına tahammül edemediğimiz şeyler, insanların nefret ettiğimiz kişisel özellikleri, hangi insanlara saygı duyduğumuz ve duyacağımız, hangi karakterdeki insanların hayatımızda yer almasını istediğimiz, ne kadar kibar olduğumuz, ne karşısında ne kadar duygulandığımız, neyin bizi etkilediği neyin etkilemediği, neden korktuğumuz korktuğumuzda neye ihtiyacımız olduğu... Saçlarımız okşandığında daha iyi uyuduğumuz, veya saçımız okşanırsa uyuyamadığımız... Vazgeçemediğimiz huyumuzun ta kendisi değil midir?

Peki hangi hayatı sevdiğimiz? İleride nasıl bir hayat yaşamak istediğimiz? Tam olarak ne yaparken kendimizi huzurlu ve mutlu hissettiğimiz, bize en uygun hobinin ne olduğu ve neyi denemek istediğimiz? İşte bu soruların cevapları bir kerede verilmez değil mi? İnsan gördükçe, yaşadıkça, neyi beğendiğini, ne yapmaktan hoşlandığını bulur. Bilinçaltındaki su yüzüne çıkar, veya bilinçaltında başka bir şey meydana gelir. En büyük arzusu belki bir gün onu aniden buluverir, hayatta gerçekleştirmek istediğimiz hayalimiz belki hiç hayal etmediğimizdir, onu bir gün sokakta yürürken buluruz. Bundan 10 sene sonra gittiğimiz yer bize "Oh, hayat buymuş, burada yaşamalıyım hayatım boyunca" dedirtebilir, oraya yerleşme kararı aldıktan sonra evi taşırken bir gece yattığımızda "deli miyim ben ne yapıyorum burası çok güzel işte arkadaşlar burada gece hayatı burda eğlenme burda ortam burda ne macerası arıyorum" diyebiliriz. Belki bir gün arkadaşlarımızla yaptığımız bir plan iptal olur da akşam kahvemizi yapıp televizyonun karşısına geçince, o gün bundan önce hiçbir zaman mutlu olmadığımız kadar mutlu olup artık bir ev kuşu olabiliriz. Yine bir gün, hemen bilgisayar oyunları manyağı olup, bundan mutlu da olabiliriz, günümüzün çoğunu buna da ayırabiliriz. Veya sürdürdüğü hayatta yeni başka şeyler keşfetmeye çıkabiliriz, denemediğimiz şeyleri yapıp değişik dünyalara açılıp insanın ve eğlencenin bize sunmuş olduğu denizlerde biz de bir yelken açabiliriz.

Bu da yaşamın bizi değiştirmesidir işte, bizim değişkenliğimizdir. "Biz" derken, bir önceki konuya açıklık getirdiğimiz gibi "Ben kimim?"in bazı sorularının cevaplarının değişkenliğidir. Tecrübedir. Yaşayıp görmektir, görüp geçirmektir.

Yani;

Değişmeyen biz, aslında değişiriz.
Değişen biz, aynı kalmaya devam da ederiz.

İki zıtlığı da bir arada yaşarız, insanın olduğu yerde olması gerektiği gibi! Görünüşte çelişkiler, insan dünyasında çelişmezler, az önce açıkladığım gibi.

Hayat için, yazmak, görmek, yaşamak gerek.
Üşenmemek gerek, yaşamak için, yapmak için, yazı yazmak için