Aralık 18, 2011

başka bir dünyadan;

Anlattı.
bana.
dünyayı.
Ben de dedim ki ona:
Umrumda değil, dünyalı.
Dünya senin olsun.
Benim tek istediğim,
İnsanlığın haritasında bir toprak parçası.
bulup yerleşmek,
hiç görülmemiş
hiç bilinmemiş topraklara.
ve kendi dünyamı kurmak orada.
kendi yasaları
kendi doğallıklarıyla bir dünya.
Sen;
evinin, bahçenin,
ülkenin topraklarını genişletedur.
Ben, insanlığın toprağını genişleteceğim.
Sermayeler, makamlar senin olsun,
İstediğin kişiyle tanış.
Ben, kendimle tanışacağım.

Kasım 19, 2011

Uyuşturucu

sana değil.
yüzüne,
ismine bağımlıyım.
gülüşüne değil,
bana gülüşüne bağımlıyım.
hiçbir söze,
hiç kimseye bağımlı değilim.
sana da.
senin sözüne de.
ama bana, senden gelecek bir söze.
feci şekilde
bağımlıyım.

Ekim 08, 2011

Acı.

Her duygulandığımda, her dolduğumda kaleme sarılıyorum, bir yavrunun annesinin memesine yumuluşu geliyor aklıma, ama herkesin bir ve aynı cümleyle açıklayabileceği 'zaruri bir ihtiyaç' yönüyle değil de, herkesin farklı cümlelerle açıklayabileceği duygusallık yüklü, daha 'insani' güdüler içeren yönleriyle geliyor ve sanırım kalem ile böyle bir ilişkim var; sığınıyorum, sarılıyorum ona, ve onunla kurtuluyorum.

Kurtuluşum.

Yine, zaruri bir ihtiyacın giderilmesiyle ulaşılacak bir kurtuluş değil, bahsettiğim. Birazdan yatağıma yattığımda iki saat huzursuzca iki yana dönüp durmaktan, yatakta geçen her dakikanın ölümünden kurtuluşum, gözümü kapadığımda önüme siyah bir perdenin gelmesini engelleyecek olandan kurtuluşum. Ama şimdi... Bu sefer nasıl kurtulacağım, bilmiyorum. Hah şimdi de asa oldu kalemim, büyülü bir söz bekliyor sanırım benden, evet öyle sanki. Ne yapmam lâzım, anlamlı anlamsız düşüncelerin arasında dolaştığı o büyük huzursuzluk dumanını dağıtmam için? Belki de sözler vermeliyim kendime, geçmişte açılan yaralar var evet, gelecekte başka bir yara açılmasın da.

Evet bu yardımcı olabilir; bir dahakine dikkat edeceğim, izin vermeyeceğim olanların bir daha olmasına. Ama tamir eder mi ki? Üç, dört fincan sıcak kahve getirir bana, yanında üç, dört güler yüz, fincanların üzerinde ojeli iki el daha... Ama o gece, fincanda yarım kalmış, soğuk ve koyu kahve, hiç var olmamış olamaz... Gitmiştir artık.

Başkası, başkaları gelir, ama sen hala o gideni gözlersin, o başkaları kalır, sonra belki kendiliğinden gider onlar; onları uğurlarsın, güler yüzle ve güzel hatıralarla... Harika, sözünü tuttun! Ama sen hala birisi için "belki gelir..." derken buldun kendini? Gözlerin pencereden dışarı bakıyor olacak halâ, düşüneceksin onu, onu son hatırladığın haliyle yolda yürürken , göreceksin... düşüneceksin, kafanda, ama gerçekte, gözünün önündeymiş gibi.. Bir başkası gelecek sonra kapıdan, sana gülümseyerek, girecek içeri.. sen de güleceksin, içtenlikle tabii. "Hoşgeldi! Tuttum sözümü. Artık kırılan kalp yok." Ama o sırada "keşke o... gitmeseydi..."

Büyülü bir dünya değil bizimkisi. O gelmeden, kurtulamayacağım...

Ağustos 27, 2011

Neden?



Bilemiyorsun, bazen...

Yaptığımız, hatta yapmadığımız her eylemin, her davranışın nedeni olması gerektiği öğretilmiş bize, en azından başkalarının anlayabileceği türden nedenler. Çünkü "Neden istemiyorsun?" diye soracaklar sana, "Neden isteyeyim?" demen ukalâ ve terbiyesiz kaçacak, ayıplanacaksın, "Bugün neden böylesin?" dedikleri zaman "Neden olmayayım ki?" dediğinde hor görüleceksin, "dengesiz, güvenilmez, nevrotik" gibi sıfatlarla anılacak, 'kendini ne zannettiğin', 'hergün hergün saçmasapan triplerde olduğun', 'biraz toplum hayatına alışman gerektiğin' konuşulacak. Yaşamın zorlaşacak, insan dünyası gitgide dar gelecek.

Oysa, sadece yaşamak, benim nedenim..

Beynimizin her şeyi anlayacak, anlasa bile anlamdıracak donanımı yok iken, insanın kendisinden bunları adlandırması mı bekleniyor yani? Kimse bilmek zorunda değil, ben de değilim. Nedenleri sonuçtan yaratan tipler, karışmayın bana... Belki özelimdir, başkayımdır, belki değilimdir de ileride anlayacağım başka şeyler vardır... Şu bir gerçek ki benim (senin) algılarım (algıların), gördüğümü-duyduğumu yorumlayışım ve sessizliğimin dünyası, seninkinden, onunkinden, dünyadaki 7 milyar insandan kesin olarak farklı.

Çok fazla ödev, çok ağır yük altında bırakılmıyor muyuz sizce de? (Öyle ki başkalarının, yani ruşen amcanın oğlu sedatın yükleri hatırlatılarak onların bile bize yüklendiği oluyor bazen!) İnsanlarla, yakınlarınla, tanıdıklarınla, akrabalarınla hep konuş, muhabbette ol, her daim güler yüzlü ol, insanlarla iyi ilişkiler içinde olmaya, herkesin kurduğu şekilde bir bağ, bir ilişki kurmaya programlan... Lüzumsuz. "-E ama sever seni insanlar, hep konuşurlar, başkalarına tanıtırlar, senden söz ederler seni iyi anarlar, ararlar çağırırlar..." Yok kalsın. Tabii insanı mutlaka mutlu kılar her gün yüzler görmek, sohbet etmek, toplumun geneliyle aynı dili konuşmak, ortak bir mizah yaratmak, maddi-manevi çıkar söz konusuysa ismini bildiğin herkes tarafından iyi anılmak, bir akşam tanımadığın bir kadınla öpüşmek, herkesin gittiği konserlere gitmek... Sıkılsan da, yaşatır seni, fark etmez. İşe karışmadan önce içinden gelip gelmediği çok önemli değil, iş sırasında ve neticesinde gördüğün muamele hoştur zira... Hem ilgini çeken bir unsur mutlaka bulur insan, sonuçta insan yaşamının önemli bir kesitini barındırır bunlar, şahit de oldum çokça: Tarzıma zıt insanlarla, zıt mekânlarda çok birlikte oldum, alışık olduğuma zıt konularda çok konuştum, eve çok kez mutlu dönerek... Ve yastığa kafamı koyduğumda mutlu uyuyarak...

Ama ya, öyle ya da böyle mutluluğu seçmek istemiyorsam... İntihar etmeyi düşünmeyi, mutluluğa tercih ediyorsam... "Salak mısın?" Hayır, salak sensin! Onun da bir çeşit mutluluk olmadığını kim söyledi, mutluluk olmasa bile yaşanması tercih edilecek bir deneyim olduğunu... Nereden biliyorsun, "MUTLU OLMA ŞANSININ OLMAMASININ", milyarlarca mutluluk hormonu verilse, değişilmez olduğunu...

Ya da salak benim, yoldan geçen bir adamın yüz ifadesi beni hüzünlendirdiği için, o adamın beni öldürmek isteyip istemediği, insanlara eziyet edip etmediği, içi kötülük dolu bir adam olup olmadığı umrumda olmadan...

Salaklık güzel şey.
(bence.)

Ağustos 03, 2011

Tema:


Havada, boşlukta duruyorum. Bedenim yüzlerce ipe bağlanmış durumda, fakat hiçbir ip beni başladığı noktaya çekemiyor, yüzlerce ipin bileşke kuvveti sıfır, biraz sarsmaktan başka bana hiçbir hareket kazandırmıyorlar. Ve bu durumu daha da kötü kılan bir şey var, bu durumun özünde, bu durumun nedeni belki de: İplerin beni kendiliğinden mi çekip götürecek bir yere, yoksa ben mi gitmek için bir nokta, çekmesi için bir ip seçmeliyim, bunu kestiremiyorum, bilmiyorum. Bundan daha kötüsü, bunların metodu, yolu yordamı nedir, nasıl olacak, nasıl gerçekleştireceğim, bilmiyorum… Havada boğuluyorum...

Zamana bırakmak mı? Zamana nasıl bırakılır, bilmiyorum ki. Ben suda bekletilecek bir sebze değilim, birkaç gün sonra meyvesini vereceği bilinen bir ağaç da değilim, İNSANIM, ben. Benim formülüm bulunmamış, matematiğim yok, iki kapılı bir sonsuzlukta yaşıyorum, bilinmezliklerle doluyum, bilinenlerim bile bilinmezliklerle dolu, iki çarpı ikinin dört edip etmediğini hâlâ bilmiyor ki insanlık… Belki de beni rahatlatacak şey budur evet, insan mühendisliğinin var olmaması… Her şeyi bilecek varlığın bir ilahi varlık, bir tanrı oluşu, belki de bir insanın (*En azından ben değilim o) olacağı, kim bilir.

Tek bildiğim, değil de; tek gerçek, sonsuzluğun sonunda açılacak o ikinci kapı… Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonnası’nda, bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım, demiş. Ben ise şu anda bu yazıyı yazar iken ve yazmama sebep olan ruh halimi ve durumumu düşünürken korkunç bir haz duyuyorum. Çünkü dünyanın ve insan hayatının sonsuz boyutu olduğunu biliyorum, dünya üzerindeki on farklı yerin fotoğraflarına ve bir yerin değişik açılardan çekilmiş fotoğraflarına bakıp, kapılmadığım fakat varlığının farkında olduğum o sonsuz duyguya ve insana dair onlarca ve keşfedilmemiş binlerce ayrıntıyı düşünüyorum, anlatılmamış hikâyeler duyuyorum, ateş yakan Amazon yerlisini görüyorum,  insan hayatının ürkütücü büyüklüğünü hissediyorum… Tanrısı olduğumuz ve bırakın havaya kaldırmayı, yerinden zor oynattığımız kendi dünyamızın içinde ve dışında olan milyonlarca, milyarlarca dünyayı, onlarla iç içe geçmiş evrenleri hissediyorum… Sonsuzluk bitecek elbet, açılacak o ikinci kapı. Ve ben o ikinci kapıyı açmadan önce, sonsuzlukta daha hızlı ve daha çok dolaşmak istiyorum, “Varım öyleyse Yaşıyorum” diyen biri olarak “var”ın içini daha çok doldurup, daha çok yaşayarak…

Ocak 28, 2011

Sev Kendini...


Hayır, bloga reklam almadım (sanki kitleler peşimden koşuyor, cool bi giriş yapacaz diye ne artistlikler peşindeyiz). “Aman kendine dikkat et, kolestrolünü, kan şekerini senede iki kez ölçtür, kalbini sev damarlarını tıkama” falan da demeyeceğim. Elbette bunları da diyorum aslında ama bu yazıyı bunun için yazmıyorum. Daha da önemli olanlardan bahsedeceğim. Hani hayatımızdaki her şey sağlığın, yani (1)’in yanındaki sıfırlar ya, bana göre sağlığın öncesinde gelen  (1)’den: İnsanın kendisini, kendi benliğini sevip onu korumasından. Büyük bir deliğin içinden bir ateşin yükselip seni sarmalamasından nasıl korunacağından bahsedeceğim.

Yaşamak zor, hayat zor. Türlü zorlukları var hayatın; kısıtlı maddi imkânlarla hayat sürmek zorunda kalmak, sefalet içinde ve eşitsizliklerin olduğu bir toplumda yaşamak , ailesel problemler, hoşlanılan kişinin pas vermemesi, ve bu tarz başlıklarda toparlayabileceğimiz fakat binlerce yönü olan değişik zorluklar. Ama senin de tahmin edeceğin gibi okuyan insan, ben “başka” zorluklardan bahsedeceğim.  Yukarıda sıraladığım zorlukları çek veya çekme, senin her zaman yaşayacağın zorluklar bu başka zorluklar. Bunları sen gayet iyi anladın, hepimizin yaşadığı zorluklar…  Hayatı anlamlandırmaya çalışmak, bu yolda giderken yolun sonsuz olduğunu fark etmek fakat buna rağmen yolda yürümeye devam etmek (ki biliyorsun ki o yola adım attın mı bir daha geri adım atamıyor veya duramıyorsun). Sorgulamak, hayatı sorgulamak, belki de hiçbir zaman hiçbir cevabın bizi tatmin etmeyeceği kadar “aşırı” sorgulamak. Etraftaki insanların bir saniye bile dikkat etmediği, gördüklerinde arkalarını dönüp gittikleri sıradan bir durum veya olaya, saatlerce kafa yormak…

Zor… Zor da olacak her zaman lakin çoğumuz memnunuz bu zorlukları yaşamaktan. Fakat bir zorluk var ki, bana göre insanı yaşarken öldürüyor ve hayatta hiçbir şeyden keyif alınmamasına neden oluyor. Diğer “başka” zorluklardaki gibi yapıcı değil, yıkıcı bir savaş yaşatıyor bünyemizde.

Her şeyin güzel ve hayal ettiğimiz gibi gittiği o en mutlu olacağımız anlarda bile bir şekilde önde bulunup o “en”i kısıtlıyor ve o an bittikten sonra o “an”ı düşünmek yerine orada önde bulunanı düşünüyoruz, carpe diem sadece entelektüel sohbetlerin içinde kalıyor.  Bazen de o “an”ları başlamadan bitiriyor, içimizdeki ahlâk, kültür, adına ne derseniz deyin bize mani oluyor ve kendimizi düşünce suçundan dolayı cezalandırıyoruz resmen. Sorguladığımız hayat olsa ne güzel, biz kendi aklımıza gelen şeyi sorguluyoruz, “Bu benim aklıma nasıl gelir, ben bunu nasıl düşünürüm, ben böyle biri değilim!” diyoruz, biliyoruz öyle olmadığını! Yaşanan depremlerden, sel felaketlerinden ve insana ve doğal çevreye zarar veren daha birçok doğa olayından sonra dünya sizce “Ben nasıl izin veririm bu kadar yıkıma, nasıl bir dünyayım ben!” diyor mu? Demiyor, çünkü içinde yaşadığı ne varsa doğal sonuçların, determinist yaklaşımla “olması gerekenin” ve çevrenin(insanın), kendisinde oluşturduğu doğal değişimlerin yansıması. Eğer dünya, yapısında olanları ve yaşattıklarını engellemeye çalışsaydı zaten dünya olmazdı, doğa diye bir olgu bulunmazdı.

Demeyelim biz de öyle, boşverin. Zaten devlet, aile, toplum tarafından sürekli kısıtlanıyoruz, “şöyle biri oldurulmamaya” çalışılıyoruz. Ahlâk adı altında, kimi zaman “günahtır deme öyle” diye ağzımızı açmaktan bile mahrum bırakılıyoruz. İzin verelim; içimizden ne geçiyorsa, geçsinler… Kendi benliğimizin içinde ve hayallerimizde neden önemli olsun ki kim olduğumuz, dış dünyadaki değerlerimizi ne kadar koruduğumuz ve o dünyaya ayak uydurup uydurmadığımız? İçimizden geçenden, aklımıza gelenden korkmayalım, rahatsız etmesin bizi hiçbir düşünce, hiçbir düşünsel ve hayali güdü. Onlardan bir zarar gelmez, olsa olsa somut dünyada hiçbir zaman olamayacağımız kadar ÖZGÜR oluruz, kötü mü! Başkalarını rahatsız etmeden, onların özgürlüğünü kısıtlama gereği duymadan kazanacağımız gerçek bir özgürlük…

Bir kereliğine; inancınıza göre günah, ahlaksızlık, ayıp, gerçek hayatınızda yapmak istemeyeceğiniz ve günlük hayattaki değerlerinize-inançlarınıza ters düşen şeyler olduğunu umursamayın aklınıza gelenlerin. Bir kereliğine kabul edin onları, ateş olmayan yerden duman çıkmayacağı gibi; benliğinizin, beyninizin önüne koyduğu görüntü de yok yere gelmemiştir ve içinde mutlaka size ait bir anının, bir duygunun veya bir isteğin izi vardır. Dünyaya bir kez gelen insan, kısıtlamaların ve duygu-düşünce-aykırılık engelleyici mekanizmaların altında zaten yaşıyor, bırakın içinde sadece sizin dünyanızın olduğu dünyanızda biraz dolaşın, size karışan ve sizin karıştığınız kimsenin olmadığı Ben Dünyası’nda istediğinizi yaşayın. Bir kereliğine bunu yapın, sonrasında insanlığa bugüne kadar dayatılmış olan tüm insan portrelerinden, sevaplardan, günahlardan, sizi anlayamayanların yarattığı ahlaktan, kısacası bütün sorumluluklardan sıyrılıp; insan olmanın yegâne sorumluluğunun “hatalarla, arayışlarla, bazen kimse gibi olmayıp herkesin kabul ettiğinin tersi gibi düşünmekle geçen,  özgürlüğün her zerresini benliğinizde yaşama hakkına sahip olduğunuz bir hayat yaşamak” olduğunu anlayacak , ve “iç güzelliğiniz” dışınıza, yani; dış dünyadaki size yansıyacaktır. Hayat, aynaya ve günlüğünüze baktığınızda kendinizi mükemmel hissettiğiniz ve artık mutluluğu çokça ve “en”ce yaşayabildiğiniz bir yer olacaktır.

Sevin kendinizi, hem insanları sevmenin yolu da insanın önce kendisini sevmesinden geçer. Empatinin temelinde diğer insanların da “ben gibi” olduğunu kavramak yatmıyor muydu? İnsanların kusurlarını önemsememek, hatalarını affetmek – hatta affetmek diyemeyeceğimiz kadar, hata denilen şeyin olağan olduğunu kabul etmek -, farklılık ve aykırılıklarına saygı gösterip onların düşüncelerine önem vererek kırıcı olmayıp onlarla düzgün bir iletişim kurmak için öncelikle saygı göstereceğimizin ve etkileşime gireceğimizin “ne” olduğunu bilmek ve onu sevmemiz gerekmez mi?

Sevin benliğinizi, sevin içinizi. İçinizde sürekli bir şeyler kurcalayan, sizi düşünce deryalarında gezdiren ve o deryaya istenciniz dışında sürekli bir şeyler sokan o yaratık, iki-üç yaşlarında tatlı bir çocuk aslında. Mutlu edin onu, bırakın büyük bir hevesle, kocaman bir iştahla kurcalasın kabloları; yaratsın, şekillendirsin, değiştirip değişik gözlerle baksın, öğrensin. Gülsün…