Ağustos 27, 2011
Neden?
Bilemiyorsun, bazen...
Yaptığımız, hatta yapmadığımız her eylemin, her davranışın nedeni olması gerektiği öğretilmiş bize, en azından başkalarının anlayabileceği türden nedenler. Çünkü "Neden istemiyorsun?" diye soracaklar sana, "Neden isteyeyim?" demen ukalâ ve terbiyesiz kaçacak, ayıplanacaksın, "Bugün neden böylesin?" dedikleri zaman "Neden olmayayım ki?" dediğinde hor görüleceksin, "dengesiz, güvenilmez, nevrotik" gibi sıfatlarla anılacak, 'kendini ne zannettiğin', 'hergün hergün saçmasapan triplerde olduğun', 'biraz toplum hayatına alışman gerektiğin' konuşulacak. Yaşamın zorlaşacak, insan dünyası gitgide dar gelecek.
Oysa, sadece yaşamak, benim nedenim..
Beynimizin her şeyi anlayacak, anlasa bile anlamdıracak donanımı yok iken, insanın kendisinden bunları adlandırması mı bekleniyor yani? Kimse bilmek zorunda değil, ben de değilim. Nedenleri sonuçtan yaratan tipler, karışmayın bana... Belki özelimdir, başkayımdır, belki değilimdir de ileride anlayacağım başka şeyler vardır... Şu bir gerçek ki benim (senin) algılarım (algıların), gördüğümü-duyduğumu yorumlayışım ve sessizliğimin dünyası, seninkinden, onunkinden, dünyadaki 7 milyar insandan kesin olarak farklı.
Çok fazla ödev, çok ağır yük altında bırakılmıyor muyuz sizce de? (Öyle ki başkalarının, yani ruşen amcanın oğlu sedatın yükleri hatırlatılarak onların bile bize yüklendiği oluyor bazen!) İnsanlarla, yakınlarınla, tanıdıklarınla, akrabalarınla hep konuş, muhabbette ol, her daim güler yüzlü ol, insanlarla iyi ilişkiler içinde olmaya, herkesin kurduğu şekilde bir bağ, bir ilişki kurmaya programlan... Lüzumsuz. "-E ama sever seni insanlar, hep konuşurlar, başkalarına tanıtırlar, senden söz ederler seni iyi anarlar, ararlar çağırırlar..." Yok kalsın. Tabii insanı mutlaka mutlu kılar her gün yüzler görmek, sohbet etmek, toplumun geneliyle aynı dili konuşmak, ortak bir mizah yaratmak, maddi-manevi çıkar söz konusuysa ismini bildiğin herkes tarafından iyi anılmak, bir akşam tanımadığın bir kadınla öpüşmek, herkesin gittiği konserlere gitmek... Sıkılsan da, yaşatır seni, fark etmez. İşe karışmadan önce içinden gelip gelmediği çok önemli değil, iş sırasında ve neticesinde gördüğün muamele hoştur zira... Hem ilgini çeken bir unsur mutlaka bulur insan, sonuçta insan yaşamının önemli bir kesitini barındırır bunlar, şahit de oldum çokça: Tarzıma zıt insanlarla, zıt mekânlarda çok birlikte oldum, alışık olduğuma zıt konularda çok konuştum, eve çok kez mutlu dönerek... Ve yastığa kafamı koyduğumda mutlu uyuyarak...
Ama ya, öyle ya da böyle mutluluğu seçmek istemiyorsam... İntihar etmeyi düşünmeyi, mutluluğa tercih ediyorsam... "Salak mısın?" Hayır, salak sensin! Onun da bir çeşit mutluluk olmadığını kim söyledi, mutluluk olmasa bile yaşanması tercih edilecek bir deneyim olduğunu... Nereden biliyorsun, "MUTLU OLMA ŞANSININ OLMAMASININ", milyarlarca mutluluk hormonu verilse, değişilmez olduğunu...
Ya da salak benim, yoldan geçen bir adamın yüz ifadesi beni hüzünlendirdiği için, o adamın beni öldürmek isteyip istemediği, insanlara eziyet edip etmediği, içi kötülük dolu bir adam olup olmadığı umrumda olmadan...
Salaklık güzel şey.
(bence.)
Ağustos 03, 2011
Tema:
Havada, boşlukta duruyorum. Bedenim yüzlerce ipe bağlanmış durumda, fakat hiçbir ip beni başladığı noktaya çekemiyor, yüzlerce ipin bileşke kuvveti sıfır, biraz sarsmaktan başka bana hiçbir hareket kazandırmıyorlar. Ve bu durumu daha da kötü kılan bir şey var, bu durumun özünde, bu durumun nedeni belki de: İplerin beni kendiliğinden mi çekip götürecek bir yere, yoksa ben mi gitmek için bir nokta, çekmesi için bir ip seçmeliyim, bunu kestiremiyorum, bilmiyorum. Bundan daha kötüsü, bunların metodu, yolu yordamı nedir, nasıl olacak, nasıl gerçekleştireceğim, bilmiyorum… Havada boğuluyorum...
Zamana bırakmak mı? Zamana nasıl bırakılır, bilmiyorum ki. Ben suda bekletilecek bir sebze değilim, birkaç gün sonra meyvesini vereceği bilinen bir ağaç da değilim, İNSANIM, ben. Benim formülüm bulunmamış, matematiğim yok, iki kapılı bir sonsuzlukta yaşıyorum, bilinmezliklerle doluyum, bilinenlerim bile bilinmezliklerle dolu, iki çarpı ikinin dört edip etmediğini hâlâ bilmiyor ki insanlık… Belki de beni rahatlatacak şey budur evet, insan mühendisliğinin var olmaması… Her şeyi bilecek varlığın bir ilahi varlık, bir tanrı oluşu, belki de bir insanın (*En azından ben değilim o) olacağı, kim bilir.
Tek bildiğim, değil de; tek gerçek, sonsuzluğun sonunda açılacak o ikinci kapı… Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonnası’nda, bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım, demiş. Ben ise şu anda bu yazıyı yazar iken ve yazmama sebep olan ruh halimi ve durumumu düşünürken korkunç bir haz duyuyorum. Çünkü dünyanın ve insan hayatının sonsuz boyutu olduğunu biliyorum, dünya üzerindeki on farklı yerin fotoğraflarına ve bir yerin değişik açılardan çekilmiş fotoğraflarına bakıp, kapılmadığım fakat varlığının farkında olduğum o sonsuz duyguya ve insana dair onlarca ve keşfedilmemiş binlerce ayrıntıyı düşünüyorum, anlatılmamış hikâyeler duyuyorum, ateş yakan Amazon yerlisini görüyorum, insan hayatının ürkütücü büyüklüğünü hissediyorum… Tanrısı olduğumuz ve bırakın havaya kaldırmayı, yerinden zor oynattığımız kendi dünyamızın içinde ve dışında olan milyonlarca, milyarlarca dünyayı, onlarla iç içe geçmiş evrenleri hissediyorum… Sonsuzluk bitecek elbet, açılacak o ikinci kapı. Ve ben o ikinci kapıyı açmadan önce, sonsuzlukta daha hızlı ve daha çok dolaşmak istiyorum, “Varım öyleyse Yaşıyorum” diyen biri olarak “var”ın içini daha çok doldurup, daha çok yaşayarak…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)